‘’Bazen sevgi çalar ümit verir gönlüme
Bazen hasret çalar keder verir ömrüme
Bu bir hayat biçimidir
Bu bir özgür düşüncedir
Hem sevilir hem sevilmez
Çözülmeyen bilmecedir‘’

Sabah bindiğim minibüste çalındı bu sözler kulağıma. Daha önce duymamıştım bu şarkıyı. Sözleri dikkatli dinleyince neredeyse bir yılı aşkın süredir kafamda dönen arabesk müzik halkasına bir yenisi daha eklenmiş oldu. Böylece yazmaya da karar vermiş oldum.

Öncelikle “neden arabesk” sorusuna cevap vererek başlamak isterim yazıya.

Bundan yaklaşık bir buçuk yıl öncesine kadar neredeyse “hiç” diyebileceğim kadar az dinlemiş olduğum bir müzik türüydü arabesk. Fakat geçen zaman zarfında her gün yaptığım minibüs seyahatleri sonucunda hatırı sayılır derecede bir arabesk müzik kültürüne sahip oldum. İbrahim Tatlıses’ten Müslüm Gürses’e, Orhan Gencebay’dan Hakan Taşıyan’a kadar ve bu yaşıma kadar adını bile duymadığım pek çok isimden de haberdar oldum. Zamanla bindiğim minibüslerin iç mekânlarına, şoförlere, onların konuşmalarına, hal, hareket ve tavırlarına da daha çok dikkat eder oldum haliyle. Az biraz gözlem ve küçük bir araştırma sonucunda kullandığım güzergâhtaki minibüs hatlarının yaklaşık yüzde 99’unun Doğu kökenli ailelerin elinde olduğunu öğrendim. Muhtemelen ya kendileri ya da aileleri sonradan şehre göç etmiş ve şehrin “varoşlar” diye tabir edilen bölgelerinde yaşıyorlardı. Şoförlerin büyük çoğunluğu sadece ilkokul mezunu iken daha genç olanlar ise ortaokul ya da lise terktiler. Tüm bunları öğrendikten sonra fırsat buldukça arabesk müzik hakkında okuma yapmaya çalıştım. Yaptığım okumalar sayesinde de yazının geri kalan bölümünde değineceğim bilgilere vakıf oldum.

“Arabesk müzik” aslında net tanımı olmayan bir kavram… Bir kesim Arap müziğinden esinlenildiğini söylerken bir diğer kesim Türk halk müziği ile Türk klasik müziğinin karışımı olduğunu dile getiriyor. Kısacası “meseleye” nereden bakıldığına göre tanım değişiyor. 1950’lerde ülkemize ortaya çıkan bu müzik türü seksenlerde zirveye ulaştı. Doksanlarda ortaya çıkan pop müzik furyası ile birlikte tahtını bırakmak zorunda kalsa bile hiçbir zaman hafızalardan silinmedi.

Peki, nasıl oldu bu yükseliş?

Türkiye’de ellilerle birlikte artan köyden kente göç büyük toplumsal değişimi de beraberinde getirdi. Büyük kentlerin dışlarına kurulan “gecekondu” adı verilen derme çatma iki odalı evler görünürlük kazandı. Bu evlerin bir araya getirdiği doğru dürüst yolu, suyu ve elektriği olmayan mahalleler türemeye başladı. Bunun sonucunda ne köylü ne kentli olan kültürel yitikliğe sahip insanlar ortaya çıktı. Bu insanlar yani yeni kentliler ne eski köklerine tam bir bağlılık ne de yeni olana tam bir adaptasyon sağlayabilmişlerdi. Arada kalmış insan yığınları mahallelerinin karşısındaki büyük ve modern yaşama sahip olabilmek için de farklı yöntemler geliştirmeye çalıştılar. İnsanlar hem o modern hayata ulaşmak istediler hem de ulaşamadıkları o hayata karşı içlerinde hep bir öfke büyüttüler. Bunun neticesinde köklerini bu çelişkiden alan bir savunma mekanizması geliştirmeye çalıştılar. Cazibe merkezi olarak kendilerini çeken şehrin aslında ideallerinde olan daha iyi yaşamı sağlamadığının da çok geçmeden farkına vardılar. Tüm bunlar aslında Türkiye’nin Tazimattan beri yaşadığı Doğulu-Batılı, alaturka-alafranga gibi kavramları da yeniden gündeme getirdi. Artık kültürel çatışma ile kentler de yüz yüze gelinmişti. Kentler varoşlarda yaşayan göçmenler ve iyi şartlara sahip “modernler” olarak ikiye ayrıldılar.

Kentin asıl sahiplerine göre o insanlar kentlere gelmeliydiler. (Çünkü kentin “ayak işleri” diye tabir edilen yol, temizlik vb. işlerini kendileri yapamazlardı.) Fakat aynı zamanda gözden de uzak yaşamalıydılar. Sesleri çıkmadan kentlilerin arkalarını toplamalıydılar ve onlara dokunmadan kendi çöplüklerine geri dönmeliydiler. İşte yeni kentliler tüm bu karmaşanın içerisinde ya kaybolacaklardı ya da direnip ayakta kalmayı başaracaklardı. Ekmek ve yaşam kavgası vereceklerdi. Tabi bu kavga müziksiz olmazdı. Ve yeni kentliler için müzik dayanak olmasının yanında bir isyan ve güç kazanma aracıydı da.

İşte bu sebeple altmışların sonlarına doğru Orhan Gencebay’ın şarkıları ile hayatlarına anlam katmaya çalıştılar. Gencebay’a destek çıkan yığınlar aslında onun şarkılarındaki “dünya derdi”ne ve aşka yaptığı vurguya omuz çıkıyorlardı. Kula kulluk, mertlik ve vefa gibi kelimler şarkılarda sıkça değinilen kavramlar oluyordu. Fakat bunun yanı sıra “Batsın bu dünya” gibi şarkılarla kadere de vurgu yapılarak yaradana isyan da edilmekteydi. Yeni kentliler aslında bu şarkılarla içlerindeki karmaşayı dile getiriyorlardı. Hem umut ediyorlar hem de çıkmaza düştüklerinde isyan ediyorlardı.

Orhan Gencebay gecekonduların Orhan abi”si olurken yetmişlerin çalkantılı yıllarında ise ortaya çaresizlik, kimsesizlik ve sıla vurgusu ile Ferdi Tayfur çıktı ve orta alt sınıfın Ferdi babası” oldu. Bir elinde rakı kadehi ile ‘’Allah’ına kurban’’ diyen Tayfur’un “Emmoğlu” şarkısı büyük sükse yapmıştı. Aslında sadece bu görüntü bile arada kalmışlığı yansıtan en iyi karelerden biriydi.

Artık insanlar futbol takımı fanatikliğinde bu iki isimi tutmaya başlamışlardı. Fanatiklik zaman zaman iki grubu karşı karşıya getirecek seviyelere ulaşmıştı. Fakat seksenlerle birlikte değişen toplumsal yapı arabeski daha fazla tartışılır hale getirdi. Geleneği yozlaştırdığı için eleştirenler olduğu gibi anlamaya çalışanlar da vardı. Aslında kimlik arayışları müzik üzerinden yapılıyordu. Ortaya koyulan yaşam tercihleriydi ve her müzik türü kendini yaşatmaya çalışıyordu. İşte yeni kentlilerde ruhsal durumlarına en uygun olan müziği seçmişlerdi. Müziğin kaliteli ve yüksek değerlere sahip olması gerekmiyordu. Cümleler ve melodiler onların kavgalarına eşlik edebildikleri sürece sıkıntı yoktu.

Yetmişlerde gelecek arayışı olan arabesk doksanlarda endüstri halini almıştı. Ve pop müzik doksanların sonsuna kadar tahtını sallayana dek zirvede yer almaya devam etmişti. Artık günün taleplerine göre müzik şekil alıyordu. Liberal ekonominin Türkiye piyasasına girmesiyle birlikte artık birlikte değil tek başına köşeyi dönme biçimi ortaya çıkmıştı. Bu yapı içerisinde insanları bir araya getiren futbol ve konserler oldu. Yeni kentlilerin buluştukları piknikler, Gülhane konserleri ortaya çıktı. Bu etkinlikler hem ucuzdu hem de eğlendiriciydi.

Doksanların başlaması ile birlikte ortaya varoşlardan gelen zenginler de çıkmaya başlamıştı. Böylece arabesk ve para buluşarak yerli kentlilerin tabiri ile “magandalar” ortaya çıkarmıştı. Burada gündeme oturan isim ise İbrahim Tatlıses olmuştu. Ayağında kundurası ile merkeze gelen Tatlıses üst kesim tarafından “kıro” ve “maganda” kelimeleri ile çokça yaftalanmıştı. Fakat kendisi folk-arabeskin kralı olmuştu. Albümleri milyonlarca satmış, rekor üstüne rekor kırmıştı. Çünkü yeni kentliler onun hayat hikâyesinde kendilerini bulmuşlardı. Urfa’nın bir köyünden kente çalışmaya gelmiş, şöhret basamaklarını tırmanan bu gencin hayatı onlar için çok değerliydi. Tatlıses kendi içlerinden çıkmış ve tabi caizse İstanbul’u yenmeyi başarmıştı.

Özellikle doksanlarla birlikte artan medya etkisi ve bununla birlikte gelen baskın Amerikan kültürü toplumla birlikte müzik kültürünü de değiştirmişti. Ortaya çıkan pop müzik büyük bir patlama yapmıştı. Artık seksenlerdeki drama barındıran arabesk form değiştirip daha çok aşktan, arkadaşlık ilişkilerinden dem vurur olmuştu. Çünkü artık piyasa bunu talep ediyordu.

‘’Sevda çeken gönüllere

 Sevenlere arabesk

 Fakirlere zenginlere

 Entellere arabesk’’

1970’ler de alt kültür olan arabesk 1980’lerde kentin dış mahallelerinden ortaya doğru yayılmaya başlayıp ve 90’larla birlikte bütün müzik türlerinin içerisinde yer edinmeye başlamıştı. 2000’lerde ise popun yükselişi devam etmiş fakat ortaya farklı da bir durum çıkmıştı. Çıktığı günden bugüne toplumun “modern” kesimi tarafından aşağılanan, hor görülen ve varoşların müziği olarak yaftalanan arabesk sınıf atlıyordu. Arabesk şarkıcılar üst sınıfın mahallelerinde konser vermeye başlamış, piyasanın en popüler rockçı ve popçularıyla düetler yapar olmuşlardı. Yani tıpkı şarkıda dile getirildiği gibi “entellere arabesk” iddiası gerçek olmuştu.

Değişimin ve dönüşümün başrolü olan insanlar omuzlarında bir müzik türünü yükseltmişlerdi. Arabesk popüler kültürünü bu insanlar ortaya çıkarmış ve onu yaygınlaştırmış, kendileri değiştikçe ve dönüştükçe de bu kültürü değiştirmişlerdi. Yeni kentliler toplumda statü kazandıkça ortaya melez bir kültür ve müzik türü çıktı. Yani yeni kentliler kendi kültürlerini kente yerleştirdiler fakat kentin kültürünü hiçbir zaman tam olarak sahiplenmediler.

| metin için kullanılan resim Jackson Pollock’a aittir

Yazar Hakkında

Yorum yaz