Türk şiiri eyyamcıların egemenliği altında. Hemen hepsi “kurulu düzen” eleştirisi yapıyor, bir çeteciliğin hüküm sürdüğünü dile getiriyor ama nihayetinde bu eleştirilerin sahipleri çok daha katı kabulleri olan bir tür cemaatçiliğe soyunuyor. Sabah akşam şiir üzerine konuşan fakat hayatı ıskalayan bir güruhtan söz ediyorum. Kimliksiz, fikirsiz bir şiir işçiliğinin örneklerini veriyorlar. Gündemi belirleme tutkusuyla istiyorlar ki isimleri anılsın, hedef gösterilsinler. Bu tam anlamıyla vakit kaybı. Çünkü isimlerini anarak yazı çoğaltmanın kendilerini var ettiğinin farkındalar. “Şiir komünü” oluşturmanın pratiğini ortaya koyuyorlar.
Pavese Yaşama Uğraşı’nın ilk sayfalarında, 1935’te, Türk şiirinin bugününe baktığımda zihnimde dolaşanlar neyse, onları kâğıda dökmüş:
“Bugün her şeyi gözden çıkarırcasına çılgın bir yenilik düşkünlüğüne karşı son savunma dayanağımı, elimdeki görünüşte tekdüze ve süssüz anlatım gücümün, iç yaşantımı açıklamada gene de en iyi araç olduğuna duyduğum sarsılmaz inançta buluyorum.”
Bugünümüzü ilgilendiren “her şeyi gözden çıkarırcasına çılgın bir yenilik düşkünlüğü” vurgusu önemli. Yenilik düşkünlüğü ilginç olmayan bir şekilde biçimcilikte kendini gösteriyor. Çünkü “anlamda yenilik” arayışının kendisi “geriye dönüşü” zorunlu olarak gerektirir. Pavese, 6 Ekim’deki satırlarını “özü yenilemek için biçim değiştirme düşüncesi acınası bir özenti gibi geliyor bana” cümlesiyle bitiriyor. Katılıyorum. Tanrı’ya, tabiata, insana tecessüsle yaklaşmayan bakışın biçimci yenilik arayışları içerisinde debelenmesi esasında bir yenilik içermiyor. Hatta denilebilir ki bu yaklaşım şiiri, şiire bakışı eskitiyor. Pavese bir şey daha söylüyor: “şiir, şiir üstüne konuşarak değil, uğrunda emek vererek ortaya çıkar”. Ben bu kifayetsiz konuşma biçimini, kişinin kendisini söz sahibi kılacak, yazdığı şiire meşruiyet alanı açacak sun’î bir gelenek icat etme çabası olarak değerlendiriyorum. Bu çaba, şiirin “güncel”ine hayati önem atfediyor. Siyasetin güncelini horlamaya alışkınız ve bu genel bir kabul de görüyor ama şiirin günceli kendisini Türk şiirinin merkezine oturtmakta fazlasıyla mahir. Çıkan sayısız dergi, fanzin, yakın geçmişte 2010’lar şiiri ekseninde yapılan tartışmalar, somut şiir, epik şiir türevleri, lirik şiir türevleri, “görsel şiir”, deneysel şiir, kuşak tartışmaları ve fazlası… İnanılmaz bir kargaşa hali. Kargaşanın biçimi sözde “şair”in söz almaktan şiir adına feragat ettiği absürt bir tablo ortaya çıkarıyor.
*
“Türk şiiri eyyamcıların egemenliği altında” sözümün bir yanılgıya yol açmasını istemem, görünürdeki gürültüye, kof şiir pazarına yönelik bir ihtar cümlesi olarak okunmalı. Bir taraftan birilerini bayağılıkla, bir dil sahibi olmamakla, en genel ifadeyle “şiir yazmamakla” diğer taraftan da çetecilikle, ahbap çavuş ilişkisi kurmakla itham ediyorlarken (bu iddialarında haklı olup olmadıkları ayrı bir bahis konusu) kendileri iddialarının müşahhas birer hali gibi. Aforoz hakları olduğunu düşünüyorlar: “Bu şiir değil”. Yazdıklarının kendi “şiir komünleri” haricinde alıcısı olmamasını kendilerinin “büyük Türk şiiri”nin yolunda olduğuna vehmediyorlar. Çetecilikse dik âlâsı budur. Ayrıca inanılmaz bir ergenlikle söz alıyorlar. Bazen söz konusu eyyamcıların Twitter arşivlerinin, zerrece kıymet vermesem de, arşivlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Nasıl bir çukurdan söz almaya soyunduklarını ilerleyen zamanlar için en iyi bu arşiv gösterecektir.
*
“Sun’î bir gelenek icat etme”den kastımın ne olduğunu açmak istiyorum. Buna “kendi Saxberger’ini var etme sendromu” diyebiliriz. Bu sendromun adını bana ilham eden Arthur Schnitzler oldu. Geç Gelen Şöhret adıyla 2016’da Türkçeye kazandırılan roman –kendi ifadeleriyle– “kendilerini büyük ‘orta yol’un dışında tutan bir genç yazarlar grubu”nun vaktiyle şiir yazmış, bir kitap yayımlamış ve köşesine çekilmiş yaşlı şair Eduard Saxberger ile kurdukları ilişkiyi konu alıyor. Bu genç şair ve yazarların Saxberger’le esasta kurdukları bir ilişkiden bile bahsedilemeyeceğini kitabında sonunda anlayabiliyoruz. Onların derdi aslında kendilerini var edebilecekleri bir damar yakalayabilmek. Şiirde “orta yol”u yekten makbul kabul ederek konuşmuyorum tabi ki. Ama ortalamaya bile rahmet okutacak bir seviyesizlik içinde savrulan şair-yazar tipinin ne kadar evrensel bir sıradanlığa sahip olduğunu göstermesi bakımından dikkate değer bir roman bu. Kendini, tarifini de kendisinin verdiği bir “orta yol”un dışında gören sanatçı tipi, varlık kazanabilmek ve bunun kaydını tarihe düşebilmek için yazgısının “üzerinde durulmamış değerler” bulmak olduğunu düşünmek zorundadır. Burada özellikle belirtmekte yarar görüyorum: Gerçekten de vaktiyle değeri anlaşılamamış yahut yeteri kadar anlaşılamamış isimler olabilir. Bu noktada bir genelleme yapılamaz. Pekâlâ değeri anlaşılmış ve değeri nispetinde ilgi görmüş isimlerden de bahsedilebilir. Burada sözünü ettiğim her ikisi de değil. Sözünü ettiğim günümüz Türk şiirinde etkisini her geçen gün daha çok hissettiren hastalıklı bir eğilimin kendisidir.
Kendi Saxberger’ini arayanlar ölü ya da “diri” bazı isimler buldular. Bu isim kimileri için Sami Baydar, kimileri için Mustafa Irgat, kimleri için Ergin Günçe, kimileri için Ahmet Güntan oldu. Bu isimlere başkaları da eklenebilir ama mesele isimler değil. Bu isimleri anarak yazdıkları şiire değer atfetmediğimi de söylüyor değilim. Farklı açılardan dikkate değer şiirler yazmışlardır. Değer atfetmediğim husus şu: Bir isme haddinden fazla bir “değer yüklemesi” yapmak ve bu “yükleme” üzerinden kendi seviyesizliğine yol yapabileceği bir damar bulmaya çalışmak.
İşte, yukarıda sözünü ettiğim sendromu, varlık kazanabilmek için sun’î bir gelenek icat etmeyi içeren çaba, nihayetinde, Türk şiirine ciddi bir etkide bulunamayacak.