1

Kişinin yazdığı şiirleri bir kitapta toplama kararı alması önemli bir eşik… Belli bir yaşa kadar bu “kararı” maymun iştahlılıkla açıklamak mümkün olabilir. Çünkü ergenlik, bir kitap sahibi olmayı bir kitap sahibi olmamaya –her türlü muhasebenin neticesinde– üstün tutmaya insanı zorlar. Şairler biliriz, yayımladıkları ilk kitaptan utanırlar. Kimi daha sonra ilk kitabının bütün nüshalarını piyasadan toplamaya azmedecek kadar pişman olmuştur. 27 Aralık 1992’de dünyaya gözlerini açan bir insan olarak ilk şiir kitabımı 2018’in Ocak’ında yayımlamış olmam, kitabın bir “acele”nin ürünü olmadığını göstereceği kanaatindeyim. Yani elinizdeki “toplam” eğer bir anlam ifade etmiyorsa Türk şiiri için, bu, ergenliğimin, iş bilmezliğimin,  maymun iştahlılığımın değil taammüden yapıp ettiklerimin bir sonucudur.

Bu bağlamda düşünmekte yarar görüyorum. Kanımız Yerde Kaldı ergenliğin tetiklediği bir iştahın ürünü müdür? Yayımlamaktan dolayı daha sonra kafamı pişmanlık taşlarına vurduracak bir çapsızlığın izharı mıdır? Kanımız Yerde Kaldı nasıl bir serüvenin, hangi şartların ve ne türden bir geleceğin şiirini içermektedir?

*

Kayda değer ilk adımımı, yolumun üniversite okumak için Ankara’ya düşmesiyle birlikte, Edebiyat Ortamı dergisinde attım. Orada yayımlanan ilk şiirimin adı “Kendini Gösteren Dağın Cilvesi” idi. O şiire kitapta yer vermedim. Fakat bugün okuduğumda, aklım erdiğinden beri bir şekilde mesele olarak zihnimde yer edinmiş her ne varsa o şiirde izlerini görebiliyorum. Şöyle ki… Bir kere, dünyada işgal ettiğim yerle ilgili bir sorunum vardı. Bu sorunu giderebilmiş değilim… Dolayısıyla bir yoldan, yola çıktığım yerden söz ediyorsam giderememiş olduğum “sorun” o ilk yerle irtibatımı koparmamın önüne geçiyor. Aklım, arzularım, hislerim varlık olarak “bütün”den beni koparıyordu. Bir “bütün”e yöneliyordum ve bu kendiliğinden bir eğilim olarak her şeyimi açığa düşürüyordu. “Bütüne yönelme”yi insanoğlunun fıtri temayülü ile ilişkilendirebilirim. Fakat beni cezbeden ve bir akış halinde kendine çeviren “bütün” –Cemil Meriç’in deyişiyle– “mahiyeti meçhul” bir bütündü. Bir taraftan her şeyimle beni açığa düşüren “bütün”ü görebilme çabam diğer taraftan durduğum yere olan yabancılığım şiiri benim yürüyebileceğim yegâne yol kılıyordu. Elbette okuduklarım, izlediklerim, kulak verdiklerim bu noktada bana reçeteler sunuyordu. Ufkumu açtığını, elimi güçlendirdiğini hissettiğim metinler vardı. Ama benim “mahiyeti meçhul” eksikliğimi ve yabancılığımı kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde deşebilecek, teşrih edebilecek tek dil şiirin diliydi. Bunu o güne kadar hayretle okuduğum şiirlerden ve o gün için kendi ilkel tecrübemden çıkarabiliyordum.

Eksikliğimi ve yabancılığımı kuşatan bir de aidiyet duygum vardı. Söz konusu duygu bugün de benim eksenimi oluşturuyor. Bu sebeple Akif’in söylediğini –daha Akif’i tanımadığım yaşlardan itibaren– işittiğimi, anladığımı düşünüyorum. Büyük dedelerinden biri Yemen’de diğeri Dumlupınar’da çarpışmış biri olarak düşünüyorum bunu. Bastığım “yerleri” toprak diyerek geçemezdim. Eksikliğime ve yabancılığıma eksen tayin eden aidiyet duygum, çıkış yaptığım yer ile varacağım yer arasında mesafe aramanın beyhude olacağını bana kendine has bir lisanla telkin ediyor. “Kanımız Yerde Kaldı böyle bir kesişme noktasından neşet etti” desem yeridir. Bu anlamda kitap, hiçbir noktada sorularıma cevap niteliği taşımıyor. Varlığımı şiirin imkânlarıyla teşrih masasına yatırmışım. Geriye dönüp bakınca bunu görebiliyorum.

2

Yazdıklarımı kitaplaştırma noktasına kolay gelmedim. Kitaplaşmaya değer bir “toplam”dan bahsedebilir miyiz sorusunu kendime –bir kitap fikri aklıma düştükten sonra– sürekli olarak sordum. Evet, şiir bana varlık ile ilgili/varlık sahasına açılan bir alan bahşediyordu. Bu şiirle ciddi anlamda kurduğum ilk temastan beri böyleydi. Ama şiirin tekniği üzerine kafa yormaya başlamam sonraki bir zamana rastlar. 2013’te “poetika deyince ne anlıyorsunuz” gibi bir soruya şöyle cevap vermişim mesela: “‘Kaypak, dönek, bir dediği diğerini tutmayan’ gibi sözlere muhatap kalmayı göze alacak kadar bir göz kararmasıyla konuşuyorum. Bunları söyleyen birisinin “poetikam şu” diyebilecek bir noktada olmadığını tahmin edersiniz. Şiiri dinliyorum. Bu kadar.” Açık sözlüymüşüm.

Kervanımı “şiiri dinleyerek” yola hazırladığımı gizlemek gibi bir işgüzarlığa ihtiyaç duymayacak kadar kulaklarım birtakım lafazanlıklara kapalıydı. Fakat şiire verdiğim kulak, beni ister istemez şiirin tekniği üzerine düşünmeye –doğal bir seyir içerisinde– götürdü. İşte bu noktada içimde bir acziyettir baş gösterdi. Sözümü tahkim edecek bir tekniğe ihtiyacım vardı. Onu aradım. Bu noktada yardımıma koşanlar yine şairler oldu. Şairlerin yahut eleştirmenlerin poetik metinleri değil, evvelemirde bana şiirleri yol açtı.

Şiirin saf bilgi ile ilişkisi üzerine düşünmek yorucudur. Şair “bilgi”ye itibar edebilir ama bilginin gölgesinde bir tür sözcülüğe soyunursa şiiri tüketir. Bu noktada şiirin dili şairin ihtiyaç duyduğu teknik açılımları sağlama noktasında yeterli imkânları barındırır. Farklı şairleri okuyarak bu imkânlardan yararlandım. Sesimi kullandım. Bir perde yakalayarak orada yolculuğumu sürdürmeli, o perdede derinleşmeliyim demedim. Konu, biçim ve ses şairin dilinde kendi vasatını oluşturabilmelidir, diyorum. Şair, söz konusu vasatın en uygun oranda vücut bulabilmesi için kollarını sıvar.

Farklı haller farklı sesleri gerektirir. Bu sebeple kimi zaman atından düşmüş bir mağlubun kimi zaman yeryüzünde geçimini sağlamaya çalışan herhangi birinin kimi zaman da muzaffer bir komutanın sesi sesime eşlik etti.

Kitabı bölümlendirirken bu “ses” farklılığını esas almadım. Şiirlerin yazıldığı dönemler ve dolayısıyla konuları belirleyici oldu. Az çok kronolojik bir seyrin kendini açığa çıkardığını söyleyebilirim.

3

Kitabın adını belirlerken çok büyük tereddütler yaşadım. Hem muhtevaya işaret edecek hem de bizatihi bir güzelliği ihsas edecek “ad”ı arıyordum. İlk elde aklıma gelenler şunlar oldu: Gazzâlî’nin Külleri, Eski Neşe, Vadesiz Şarkılar, Gözdağı, Duvar Pası, Büyük Masal, Sıradanlığın Tarihi, Çalmayan Saatler Sergisi, Dayatılmış Hünerler. Bunlardan bazısı yazdığım şiirlerin adı bazısı da kimi şiirlerimde yer verdiğim ifâdeler. Bunlar arasında öne çıkan evvelâ “Gazzâlî’nin Külleri” oldu. Pasolini’nin “Gramsci’nin Külleri”nden mülhem bu isim benim dünüm ile bugünüm arasındaki kırılmaya işaret ediyor. Geleneğimle, toprağımla, kendimle bir irtibat noktası bulabilmeme varan şahsî, şahsî olduğu kadar da genele işaret eden serüvenimi imliyor. Bu adı ilk dönem şiirlerimi topladığım bölüme verdim. Çünkü o şiirler, yani ilk şiirlerim, baştan sona, bir “dünyadaki yerini yadırgama” şiirleridir. Sonra “Gözdağı” olabilir dedim. Bu ismin bir tür kendini hesaba çekme, iç muhâsebe imkânı olarak kitabın zeminine işaret edebileceğini düşündüm. Ayrıca göz ve dağ kelimelerinin çağrışım gücü etkileyici gelir bana; “göz dağı”! Klişeye kapı aralayan bir tarafı da vardı, vazgeçtim. “Eski Neşe”, “Duvar Pası”, “Sıradanlığın Târihi” içeriği kotarmaya yetmeyecekti. “Vadesiz Şarkılar”ın suya sabuna dokunmayan, her türlü içeriğe müsait bir hafifmeşrepliliği vardı. “Çalmayan Saatler Sergisi”, “Dayatılmış Hünerler” mısralardan zorlayarak çıkardığım ifadelerdi ve Büyük Masal da bir şiirimin adıydı.

Nihayetinde “Kanımız Yerde Kaldı” ortaya çıktı ve kendini kabul ettirdi. Hem de kitaba isim aradığım bir dönemde çok kıymet verdiğim bir büyüğüme yazdığım mektupta ortaya çıktı. Diyordum ki mektupta yakın dönem siyasi tarih okuması yaparken, “kanımı yerde kaldı”. Mektubu yazmamın ertesi günü beynimde şimşekler çaktı. “Kanımız Yerde Kaldı” adlı şiiri yazdım. Sonra da bu şiire hakim olan duygunun bütün şiirlerimin temelinde içten içe var olduğunu gördüm. Yukarıda sözünü ettiğim bütün hususlarda bu izleği takip edebilmek mümkündür. Düşüncemi paylaştığım kişilerin bir kısmı ismin fazlasıyla sert olduğunu ve intikam çağrışımları yaptırdığını söyleyerek eleştirdiler. Bir kısmı ise bu adı “çarpıcı” buldular. Değer verdiğim ve çalışmalarını dikkatle takip ettiğim bir İslam Felsefecisi “Kanımız Yerde Kaldı” şiirini okuduktan sonra “sen aslında ‘kanımız yerde kalmasın’ diyorsun, kitaba düşündüğün isim iç karartıcı değil mi” mealinde bir tepki vermişti. Dedim ki “‘kanımız yerde kaldı’ benim nazarımda ‘kanımız yerde kalmasın’ diyebilmenin en uygun biçimi”.

4

Taslağı hazır edip de yayına gönderdikten sonra bir süre gerilim içinde kaldım. Çünkü “falanca şiiri dışarıda bırakmak yerine kitaba dahil etmeli miydim, kitapta yer verdiğim şu şiiri almamalı mıydım” soruları içimi kemiriyordu. Kalemi elime aldığım ilk zamanlarda yazarken de buna benzer bir baskı mısralarımı, satırlarımı çevreliyordu.

Elbette yazdığım her şiiri kitaba almadım. Ama eleğimin gözeneklerini, genel eğilimim olduğu üzere, çok ama çok daraltacak olsaydım kalemi kağıdı bırakmam gerekebilirdi. Bu mantıktan hareketle yaşamayı da kendime çok görmem mümkündür. Kendimden kaçmamayı tercih ettim. Nasıl ki yaşamaktan/yazmaktan kaçamıyorsam, yayımlamaktan da kaçmamalıydım. En net ifadeyle, ben buyum.

Kitabın matbaaya gideceğini öğrendiğim gün gerginliğin yerini bir rahatlama aldı. Omuzlarımdan bir yük kalktığını hissettim.

*

Tuhaftır, kitap henüz elime bile ulaşmamışken içime şimdiden ikinci bir kitabın ateşi düştü. Kanımız Yerde Kaldı’da “Devletkuşu” bölümünde eğildiğim devlet meselesini, imkânlarım nispetinde bütün olarak ele almak istiyorum. Kitaba ad olarak zihnimde “Kapalı Havza” ifadesi dönüp duruyor. Bu adı taşıyan ilk şiiri de yazdım. Uygun zemini, doğru biçimi yakalayabilirsem neden ikinci kitabım olmasın “Kapalı Havza”?

Kitabın kapağındaki fotoğraf Selçuk Azmanoğlu’na ait.

Bir fotoğraf kitabın içeriğine bu kadar denk düşebilir ve içime bu kadar sinebilirdi.

Yazar Hakkında

27 Aralık 1992’de İzmir’de doğdu. Lise eğitimini (Konya) Özel İsmail Kaya Lisesi’nde, üniversite eğitimini Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. 2014’te Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Heidegger’de varlık, hakikat ve sanat ilişkisi üzerine yazdığı tezle tamamladı. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Tarihi ve Sistematik Felsefe doktora programında eğitimine devam ediyor. İlk şiir kitabı Kanımız Yerde Kaldı (Ebabil Yayınları) 2018’de, Ölüm Alışkanlığı (Ketebe Yayınları) ise Mart 2022’de yayımlandı.

Yorum yaz