“Diktatörlük” kavramsal olarak bir yönetim biçimi olarak anlaşılmaktan ziyade meşruiyet kaybına işaret etmek için kullanılan bir yaftalama biçimi olarak tedavülde. Demokrasinin acemi çocukları toplarını alıp tekrar bahçeye dönmek istediklerinde dahi, sınırların haricinde kaldıkları süre boyunca diktatörleşiveriyor. Uluslararası askeri örgütlenmeler, şirketler, finans kuruluşları ve ülke içindeki irili ufaklı sivil yahut asker figürler söylemlerini bu doğrultuda kurmaya başlıyor. Pek tabii dolaylı unsurlar olarak sanatçılar da.

Türkiye’de de bu işleyişin (diktatörleştirme) özellikle Gezi Parkı Olayları’ndan itibaren hız kazandığı aşikâr. 15 Temmuz ise bu sürecin zirve noktasını teşkil ediyor. Yani “NATO ülkesi” Türkiye’nin Batı’yla kurulan bağımlılık ilişkisini sorgulamaya yönelik eğilimi, daha doğru bir ifadeyle, Türkiye’nin Batı’yla kurulan bağımlılık ilişkisini sürdürmekte eskisi kadar iştahlı olmaması rahatsızlık yaratıyor. Aslında bu rahatsızlık, küresel ölçekte meşruiyeti belirleme yetkisini, “doğru”yu kurma yetkinliğini kendinde gören bir medeniyetin rahatsızlığıdır. Muhatabını diktatörleştiren bir “kavram diktatörlüğü” bildiğimiz anlamda diktatörlüğe alan açıyor. Bu dikta biçimi meşruiyet sınırlarını belirleme/dayatma ameliyesiyle açığa çıkıyor.

Türkiye ile –yekpare bir Batı’dan söz etmenin sakıncalarını da gözeterek– “Batı” arasındaki (S 400-F 35 tartışmalarında düğümlenen) halihazırdaki pürüzlerin  Türkiye’nin demokratik performansı yahut Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu noktadaki payıyla ilişkilendirilmesi gerçeklerle bağdaşmıyor. Söz konusu pürüzler ancak “Türkiye’nin yeri”nin ne olduğu sorusuna verilen görece farklı cevaplarla ilişkilendirilebilir.

Türkiye’nin yerine ilişkin “içeride” verilmiş görünen bir cevap var. Söz konusu görünüm “yerli ve millî” bir hassasiyetle “vatan” ortak paydasında olduğunu telkin ediyor. Dış tehditlere karşı içeride birliğin sağlanmasını esas alıyor. “Aynı gemideyiz” söyleminin, “Türkiye İttifakı” çağrısının ve son olarak da 19 Mayıs 2019’da Samsun’da verilen fotoğraf karesinin bu bağlamda şekillendiği söylenebilir.

Şimdiye kadar söylediklerimin Türkiye için “prangalardan kurtulma hamlesi”, destansı bir “özgürleşme atılımı” olarak her geçen gün daha da yüksek bir sesle dillendirildiğini görüyoruz. Birleştirici bir dille yürürlüğe sokulan ayrıştırma siyaseti dışarıda olduğu gibi, içeride de devreye giriyor. Bir bağımlılık ilişkisinden kurtulma yönünde açığa çıkan söylemler içeride ve dışarıda yeni bir bağımlılık ilişkisinin tesisine yol açabilecek bir hamasetle temellendiriliyor. Bu siyasetin kavram diktatörlüğüne bakan yüzünü yukarıda saydığım “yerlilik”, “millîlik” ve “vatan” kavramları oluşturuyor. İslâm’ın ve toplumdaki İslâmî potansiyelin kurumsal bir dikkatle nasıl pasifize edildiğini ima eden resmî tarihi bütünüyle onaylayan bir akıl, söz konusu kavramların aslî ve talî unsurlarını, sınırlarını belirleme yetkisini kendinde görerek söz alıyor. Bir akıntı yaratıyor. İç ve dış tehditlerin varlığı bu akıntıyı, bu akıntıya kapılmayı meşrulaştırmamalı.

Yazar Hakkında

27 Aralık 1992’de İzmir’de doğdu. Lise eğitimini (Konya) Özel İsmail Kaya Lisesi’nde, üniversite eğitimini Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. 2014’te Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Heidegger’de varlık, hakikat ve sanat ilişkisi üzerine yazdığı tezle tamamladı. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Tarihi ve Sistematik Felsefe doktora programında eğitimine devam ediyor. İlk şiir kitabı Kanımız Yerde Kaldı (Ebabil Yayınları) 2018’de, Ölüm Alışkanlığı (Ketebe Yayınları) ise Mart 2022’de yayımlandı.

Yorum yaz